Mustafa Naim
İnsanı kendi ruhu ve çamurdan var eden Allah, insanı yapısı itibariyle hayra da şerre de meyyal yaratmış, hayır yollarının işaret ve işaretçileri olarak Peygamber ve kitapları, şer yollarının işaret ve işaretçileri olarak da insi ve cinni şeytanları insanoğlunun hizmetine amade kılmıştır. İki hizmetten hangisini tercih edeceği konusunda ise insanı muhayyer kılmıştır. (Onlar, ateşe çağırırlar, Allah ise kendi izniyle cennete ve mağfirete çağırır) (Bakara:221) ve ('Ey kavmim, ne oluyor ki ben sizi kurtuluşa çağırıyorken, siz beni ateşe çağırıyorsunuz') (Mümin: 41) vb. ayetler çerçevesinde hayır ile şerrin davetçileri arasında devam ede gelen mücadelenin her biri bazı stratejiler üzerine kaimdir. Hayra çağırma stratejisi, ‘El-Emru Bil-Maruf We En-Nehyu Ani-l Münker –İyiliği Emretmek, Kötülükten Sakındırmak’ ilkesi üzerine kaimdir. Bu yazıda bu ilkenin hükmünü, keyfiyetini, adaplarını ele almaya çalışacağım inşallah. We billahi et-tewfiq…
Temel iki kavrama açıklık getirerek başlayalım:
Maruf; Nefsin hayır olarak bildiği ve onda mutmain olduğu her şeydir.
Başka bir tanımlamada; ’ güzelliği ve iyiliği akli ve şer’i olarak bilinenlerdir’ denmiştir.
Münker ise; marufun tam tersi olarak; nefsin kötü ve çirkin bildiği ve onda mutmain olduğu her şeydir.
Ya da; akli ve şer’i olarak kötülüğü ve çirkinliği bilinenlerdir.
Kuran ve sünnette bu konuyu işleyen nice ayet ve hadis var. Bunlardan bazılarını şöyle sıralamak mümkün:
“Sizden, hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Al-i İmran: 104) Bu ayet, tüm ümmetin değil, ümmetten sadece bir taifenin bu ibadet için amade olmalarını istiyor ki, bu da bu ibadetin farz-ı kifaye olduğunun açık kanıtıdır. Bu ibadetin icrası için amade olacak olan bu taifenin özellilerine ileride değineceğim inşaallah.
“Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder; kötülükten meneder ve Allah'a inanırsınız: Ehl-i kitap da inansaydı, elbet bu, kendileri için çok iyi olurdu.” (Al-i İmran: 110)
“Ama hepsi bir değil. Kitap ehlinden dosdoğru hareket edip ibadetten vazgeçmeyen, geceleri secdeye kapanarak Allah'ın ayetlerini okuyan bir bölük de var. Allah'a ve ahiret gününe inanırlar, insanlara iyiliği emrederler, onları kötülükten nehyederler ve onlar iyi kişilerdendir.” (Al-i İmran: 113-114)
“İsrailoğullarından kafir olanlar, Davud ve Meryem oğlu İsa diliyle lanetlenmişlerdir. Bunun sebebi, söz dinlememeleri ve sınırı aşmalarıdır. Onlar, işledikleri kötülükten, birbirini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Andolsun yaptıkları ne kötüdür!” (Maide:78-79)
“Münafık erkekler ve münafık kadınlar (sizden değil), birbirlerindendir. Onlar kötülüğü emreder, iyilikten alıkor ve cimrilik ederler. Onlar Allah'ı unuttular. Allah da onları unuttu! Çünkü münafıklar fasıkların kendileridir” (Tevbe:67)
“Erkek ve kadın müminler, birbirlerinin yardımcısıdır; iyiliği emrederler, halkı kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar, namaz kılarlar, zekat verirler, Allah'a ve Peygamberine itaat ederler. Allah'ın rahmet edeceği insanlar, bunlardır.” (Tevbe:71)
“Onlar (o müminler) ki, eğer kendilerine yeryüzünde iktidar verirsek namazı kılar, zekatı verirler, iyiliği emreder ve kötülükten nehyederler. İşlerin sonu Allah'a varır.” (Hac: 41)
Buna dair bazı hadisler de şunlardır:
“Sizden kim bir kötülük görürse onu eliyle değiştirsin. Ona gücü yetmezse diliyle değiştirsin. Ona da gücü yetmezse kalbiyle değiştirsin (nefret etsin). Bu ise imanın en zayıf olanıdır.” (Müslim).
Bu hadis, bu konuyla ilgili en meşhur hadis olsa gerek. Bu hadisle ilgili şu izahatın yapılmasının kaçınılmaz olduğuna inanıyorum. El ve dille münkerin men edilmesinin temelinde yatan kalple buğz etmektir. Çünkü kalple buğz edilmeyen bir münkerin el veya dille değiştirilmesinin kişiye bir faydası olmayacaktır. Kalple buğzetmek imanı gerektirir. İman olmaksızın bu veya herhangi bir ibadetin yapılması anlamsız ve akim olacaktır.
Buradan hareketle; münkerin değiştirilmesi ile ilgili uygulama, istisnaları olmakla birlikte hadiste geçen sıralamanın tersidir. Yani önce kalple buğz, sonra dille beyan ve uyarı, ardından da elle müdahale ve değiştirme şeklinde olmalıdır. Peygamber (S.A.S.) ve sahabesinin genel uygulaması bu yöndedir. Bunlardan biri ve en çarpıcı olanlarından şu hadise bakalım: Peygamber (S.A.S.) ve ashabı camide iken bedevilerden biri camiye gelir. O sırada sıkıştığı için küçük ihtiyacını cami içinde giderir. Bunu gören sahabiler üzerine yürürler ve işlenen bu münkeri elle değiştirmeye kalkarlar. Ama Peygamber (S.A.S.) müdahalede bulunur ve elle bir müdahalede bulunmalarına mani olur. Ardından bedevinin yanına gelerek mescitlerin Allah’ın evi olduğunu, necaset vb’lerinin oraya yakışmadığını uygun bir dille kendisine izah eder. Bu iki farklı uygulamayı gören bedevi şöyle dua eder: “Allahım bana ve Muhammed’e merhamet et, bizim dışımızdakilere merhamet etme.” Mülahaza edileceği gibi varolan bir münkere elle müdahale engellenmiş, dille beyan ve uyarı yapılmıştır. Sahabelerin yeltendiği gibi elle müdahale olmuş olsaydı kuşkusuz şu sonuçlar kaçınılmaz olacaktı:
-Bedevi ihtiyacını bitiremeyerek fiziki bir rahatsızlık yaşayacaktı.
-Bedevi, elle müdahalenin getireceği zayiattan kurtulmak için kaçmak zorunda kalabilirdi ki, bu da beraberinde hem bedevinin beden ve elbisesinin, hem de mescidin daha başka yerlerinin necis olması sonucunu doğuracaktı.
-Bunlardan da önmelisi; İslam’la yeni tanışmış, İslam’ın helal ve haramından yeterince haberdar olmayan bedeviye yapılacak olan elle müdahale, onun İslam ve müslümanlara yönelik bakış açısını menfi yönde etkileyeceğinden, kısmen veya tamamen dinden uzaklaşma sonucunu kaçınılmaz kılabilirdi. Zaten yaptığı duada bunu görmek mümkündür.
Bunun yanısıra düşünsel anlamdaki münkerler zaten fiziki bir müdahaleden bir hayli uzaktırlar. Bu tür münkerlere yönelik bir müdahale kalp ve dille ancak olabilir, olmalıdır. Aksi takdirde, bu kabilden olan münkerlere elle müdahalede bulunmak, bu şekilde müdahalede bulunan tarafın düşünsel boyutta aciziyet içinde olduğunun ve karşı tarafın düşüncesine fikri düzlemde mukavemetten yoksun olduğunun ilanı anlamına gelecektir.
Bu vb. hadislerden ve ilgili ayetlerden hareketle bazı alimler, elle değiştirmenin bir otoritenin işi olduğunu, şahısların görevi olmadığını savunmuşlardır. Otoriteden kasıt sadece devlet denen aygıt anlaşılmamalı; aile reisi, aşiret reisi, cemaat, dernek gibi yapıların mesulleri kendi tebalarına, usulüne uygun bir şekilde elle müdahaleleri söz konusudur. Çünkü tebalarına karşı bir otoriteleri ve nüfuzları vardır.
Konuyla ilgili bir diğer hadis: “Ya iyiliği emreder ve kötülükten sakındırırsınız ya da en kötüleriniz başınıza geçerler”
Bu hadiste açık bir tehdit var ki o da; bu ibadetin terki halinde müslümanların başına geleceklerin ne olacağını haber veriyor. Bu ibadetin cari olmadığı bir toplum kötülüklerin menbaı olacağından, kötülerin baş olması o toplumun sosyal şartlarının doğal bir sonucu olacaktır.
Bu iki unsur, yani iyiliği emretmek ve kötülükten men etmek, Peygamberlerin (S.A.S.) davetlerinin esasını teşkil ettikleri gibi, aynı zamanda müminlerin de en temel özellilerindendirler. Diğer taraftan, gerek münafıkların ve gerekse Ehl-i Kitabın özelliklerinin tam tersi bir şekilde olduğu yukarıdaki mezkur ayetlerde zikredildi.
Bu ilke, Kuran ve sünnetin üzerine mebni olduğu şeri beş hükümün kendisiyle direk bağlantılıdır. İyiliğin emredilmesi vacip ve mendup boyutuna şamilken, kötülükten men ise haram ve mekruhu kapsar. Geriye kalan mübah kısmı ise zaten iyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak ilkesinin dışında kalmaktadır.
Bu ilke, aynı zamanda dinin korunmasını zaruret adettiği; din, akıl, can, ırz, ve malın korunmasının da teminatıdır.
İyiliği emretmek ve kötülükten alıkoymanın rükünleri:
A) Bu ibadeti uygulayabilecek kimselerlerde aranan şartlar:
1. Mükellef olmak: İyiliği emretmek ve kötülükten alıkoymak bir ibadettir. İbadetlerle yükümlülük büluğ yaşıyla başlar. Dolayısıyla bir çocuk veya onun hükmünde olan biri bu ibadeti yerine getirme yükümlülüğü taşımaz. Ancak böyle bir yükümlülük olmadığı halde bir çocuk böyle bir girişimde bulunabilir. Örneğin; içki şişesini dökebilir, televizyonda, internette vb. yayınlanan kötü bir programı gücü yetiyorsa kapatabilir, uyuşturucu madde vb. ile müptela edilmeye çalışılan arkadaşlarını uyarabilir.
Bunu Hasan ve Hüseyin (r.a.)’in, çocuk oldukları halde eksik abdest aldığını gördükleri bir yaşlıya abdestin nasıl alınması gerektiğini zekice bir yönteme başvurarak öğretmelerinde görebiliriz.
2. Müslüman olmak: Bu, dini bir ibadettir. Bu dinden olmayan birinin böyle bir yükümlülük taşıması mevzubahis değildir.
Ancak burada iki hususu biribirinden ayırmak icabetmektedir. Şöyle ki: bazı ibadetler, toplumsal bir maslahat açısından sadece müslümanları alakadar ederken; namaz, oruç, hac gibi; bazı ibadetler ise müslümanlar kadar gayri müslimlerin de maslahatını ihtiva edebilmektedir. Uyuşturucu maddelerle mücadele, dolandırıclık, rüşvet vb. sorunların önüne geçilmesi örneklerinde olduğu gibi. Bir müslüman bu ikisini de yerine getirme mecburiyetinde iken, bir gayri müslim toplumsal maslahatın bir gereği olarak sadece ikincisiyle mükellef kılınır.
3. Adalet: Bu şartta asıl olan; emredenin veya nehyedenin söyledikleri ile amil olmasıdır. Çünkü Allah-u Teala Ehl-i Kitaba hitaben şöyle diyor: (İnsanlara iyiliği emredip de kendi nefislerinizi unutuyor musunuz?)(Bakara:34). Başka bir ayette: (Ey iman edenler! Neden yapmadıklarınızı söylüyorsunuz?
Bu şart için de şöyle bir parantez açmak mümkündür: Bir fasıkın ya da zalimin iyiliği emretmesi, kötülükten men etmesi mümkündür. Çünkü Allah’ın masum kıldığından başka herkes günahkar olabilir. Adil şartıyla günah işlemeyen sonucuna varılırsa, bu durumda marufu emredecek, münkeri men edecek kimse bulunamayacaktır.
4. Muktedir olmak: Dinin tüm hükümleri olduğu gibi bu ibadet de güç getirebilme şartına bağlıdır. Çünkü (Allah bir kimseye taşıyabileceğinden fazlasını yüklemez) (Bakara: 286)
5. İlim sahibi olmak: Emir ve nehyin yapılmasıyla ilgili kime, nerede ve nasıl yapılacağını bilmek. Nasıl ki; doktor olmayan birinin bir hastalığı tedavi etmeye kalkması vahim sonuçları doğuracaksa, aynı şekilde bu alanda fıkıh sahibi olmayan birinin buna yeltenmesi de benzer sonuçları kaçınılmaz kılabilir.
B) Bu ilkenin uygulama alanı:
İçtihat edilmeksizin münker olduğu bilinen, geçmiş veya gelecekte değil, tecessüs edilmeksizin hali hazırda var olan her münker bu ilkenin uygulama alanı hükmündedir.
C) Bu ilkenin uygulanacağı kişiler:
Kendisinden men edilen fiilin kendisi hakkında münkere dönüşmesi söz konusu olan herkes bu kabildendir. Bunun için en asgari şart insan olmasıdır. Bunun için mükellef olma şartı aranmaz. Çünkü; örneğin bir çocuğun veya bir delinin içki, sigara vb.’ni içtiğinin, çıplak dolaştığının görülmesi halinde gereken müdahalenin yapılması şarttır. Buna mukabil, eğitim amacına matuf olmanın dışında bu iki kişi namaz vb. ibadetlerle emredilemezler.
D) Emri Bil Maruf ve Nehyi Anil Münkerin Hükmü:
Bu kendi içinde üç kısma ayrılmaktadır:
1- Vacip olması:
Emredilenin vacip olması veya men edilenin haram olması durumunda, bu ilkenin icrasına mani olabilecek bir mazeret olmadığı sürece emretmek veya men etmek vaciptir.
Bu vücubiyet ne zaman ortadan kalkar? Şunu iyi bellemek lazım ki; kalple inkar hiç bir surette ortadan kalkmaz. Bu her türlü kötülüğün inkarının olmazsa olmazıdır. Bu olmadığı sürece diğer iki yolla münkeri inkarın veya marufu emrin bir değeri olmaz.
Geriye kalan iki hal olan dil ve elle değiştirmenin vücubiyeti ise şu üç halden birinde düşebilir:
a) Münkerlerin ve fitnelerin kişi veya toplumların takatini aşacak derecede artması.
b) Bedeni anlamdaki acizlik. Hastalığından ötürü cihada gidememek gibi.
c) Bedeni anlamdaki acizliğin hükmünde olan durumlar. Bu da; marufu emretmek veya münkerden sakındırma durumunda kişinin bazı zararlarla karşı karşıya gelmesi şeklindedir.
2- Müstehap olması:
a) Emredilen veya nehyedilenin şeri hükmünün müstehap olması halinde bu ilkenin icrası da müstehap olur.
b) Emredilen vacip, nehyedilenin de haram olmasıyla birlikte, bunu icra etmenin sonucunda ciddi bazı tehlike ve zararlar doğacaksa, burada hüküm vücubiyetten müstehaba dönüşür. Ancak bilinmelidir ki bu bir ruhsattır. Azimet ise; gelebilecek zararlara rağmen bu ilkeden ödün vermemeyi gerektirir.
3- Haram olması:
a) İyiliği emretmek daha büyük bir maslahatın zevalini beraberinde getirirse ya da kötülükten sakındırmak daha büyük bir mefsedetin doğmasına yol açacaksa bu durumda bu ilkenin icrası haram olur.
İbadetlerde alabildiğince işi sıkı tutarak insanların bıkmasına, peşinden de kısmen veya tamamen ibadetten uzaklaşmalarına sebebiyet vermek bu tür bir haramdır.
Kötülükten men etmenin daha büyük bir kötülüğe kapı aralamasına da İbn-i Teymiyye’den şu örneği vermek yerinde olur. Moğol istilasına uğrayan İslam dünyasından Şam diyarında onlara karşı mücadele veren İbn-i Teymiyye bir gün arkadaşlarıyla yürürken bazı Moğol askerlerinin sarhoş bir şekilde sağa sola döküldüklerini görürler. Arkadaşları bu hallerini görünce müdahalede bulunmak isterler ama İbn-i Teymiyye onları engeller ve der ki; bırakın bu halleri ayık olma hallerinden daha hayırlıdır. Ayık olmaları halinde insanların can, mal ve ırzlarına kast ediyorlar. Bu cürümler, sarhoş olmaktan daha büyük cürümlerdir.
b) İyiliği emretmek veya kötülükten sakındırmak beraberinde başkalarının zarar görmesine yol açması halinde de harama dönüşme riskini taşır.
E) İyiliği emretmek veya kötülükten sakındırmanın fayda vermeyeceğinin bilinmesi durumunda icrası için çalışılır mı yoksa bırakılır mı?
Bu konuda ulema iki görüşe sahiptirler:
1- İmam Gazali ve onun gibi düşünenler bu durumda vacip değil müstehap olduğunu savunurlar. Gerekçeleri de şudur: Bu, dinin şiarlarından bir şiardır. Dinin şiarlarını ihya etmek ve ayakta tutmak takvanın bir gereğidir.
2- İmam Ahmet, İbn-i Teymiyye ve İmam Nevevi gibi alimlerse bu durumda bile vacip olduğunu söylemişlerdir. Gerekçeleri şudur: Kişiye düşen bu ibadeti icra etmesidir. Kabul veya ret onun yed-i kudretinde değildir. Çünkü ayet şöyle ferman buyuruyor: (Resule düşen ancak açık tebliğdir.) (Maide: 99)
Muhakkik alimler bu iki görüşten ikincisinin tercihe daha şayan olduğunu söylüyorlar. Gerekçelerini ise şöyle sıralıyorlar:
- Bu ibadetin tesiri hemen değil bilahare ortaya çıkabilir. Sonucun nerede, ne zaman ve kimin üzerinde etkisini göstereceği hususu Allah’a aittir, kulun buna bir dahli mevzubahis değildir.
- Bu ibadetin terki, gerek fert ve gerekse toplum düzeyinde bir ıslahın yaşanması yönündeki beklentilerin kesilmesi, binaenaleyh tüm toplumun münkeratlarla başbaşa kalması sonucunu doğuracaktır.
- Herhangi bir fıkhi hükmün, tesirin oluşması ya da oluşmamasına bina edilmesi doğru değildir. Çünkü tesirin oluşması ya da oluşmaması zahiri ve kapsamı belli bir durum değildir. Namaz vb. ibadetlerin kabul edilip edilmediği bilinmediği, yani sonucun ne olduğu meçhul olduğu halde eda edilmeleri farzdır.
Peygamberlerin ve kitapların misyonunun zaman ve mekan aşımına uğramaksızın kıyamete değin sürdürülebilir olması, ikame etmek için geldikleri ilkelerin fert ve toplum hayatından cüda edilmemesi ile mümkündür. Bu ilkelerin en önemlisi iyiliği emretmek, kötülüklerden sakındırmaktır. Bu ilkenin tahrif veya tebdil edilmediği fert ve toplumlar, istikamette sebat üzerinde olurlar.
İyiliği emretmek ve kötülükten alıkoymak, toplumsal etkinlikler açısından, toplumsal sorumluluğun gelişmesi ve buna bağlı olarak nemelazımcılık, batılılaşma, bireyselcilik vb. topluma dayatılan sorun ve hastalıkların tedavisi ve/veya bertaraf edilmesi için İslam’ın dayattığı en önemli toplumsal ilkelerdir. Bu ilkelerin yaşatılması oranında fert ve toplum iç ve dış etkilere karşı duyarlı olur.
İnsanın kendisindeki nefsani zafiyetler, şeytanın telkinleri ve harici şer mihraklarının yekunu; birey ve toplumlara iyiliklerin terki, kötülüklerin de faal olmasını dayatır. Bu şeytani üçgene karşı savunma mekanizmalarının zayıf oluşu, hedef tahtasına oturtulan müminin iman kalesinde gediklerin açılmasını kaçınılmaz kılar. Gerek bu saldırılara karşı mukavemetin tekin ve çetin olması, gerekse de olabilecek sızmaların gönülde temerküz etmemesi için iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak ilkesi en işlevsel ve sonuç itibariyle en müsmir vasıtadır.
|